Psikiyatrist — Psikanalist Prof. Dr. Vamık D. Volkan
Psikanalizden önce şairler ve roman yazarları, karakterlerin psikolojisi hakkında fikirleri bulunuyordu. Mesela bir insan katilse neden katil veya bir insan pinti ise neden pinti veya nasıl bir birey gibi bir analiz yaparlardı. Günümüzde yine politik liderlerin, aktörlerin, yazarların nasıl insanlar oldukları hakkında bir merakımız vardır.
Sigmund Freud insanların iç dünyasını incelemeye başlamadan önce tecavüze uğradıklarını söyleyen 18 hastası vardı. Psikoanalizi ve bilhassa Ödipus Kompleksini bulduktan sonra bu hastaların gerçekten tacize uğramadıklarını, fakat tacize uğrama fantezileri olduklarına inandı. Ödipus Kompleksi’nde karşı cinsten ebeveyne yönelik fantezileri olur. Freud, bunu keşfettikten sonra on sekiz hastasının aslında tacize uğramadığını yazdı. Psikanaliz ise o dönemde küçük bir grup bir halindeydi ve Psikoanalist Sandor Ferenzi çocuklara yapılan tacizlerin de bunda katkısı olabileceğini belirtti. Ancak bu Freud – Ferenzi arasında entelektüel çatışma gelişmesine neden oldu. Freud ve klasik analistler kültür, savaş, mitolojik konular üzerinde yazılar yazdılar. Fakat hastalarla yapılan çalışmalarında Freud’un düşüncesini benimseyerek sadece bireylerin iç dünyasına bakıp dış olaylarla ilgilenmediler.
Zamanla üç konuda değişim oldu. Bunlardan birincisi, Anna Freud’un da üzerinde durduğu gibi Ödipus Kompleksi öncesinde çocuğun annesi ile olan ilişkilerinin önemli olduğu gözlendi. Böylelikle çocuğun iç dünyasının gelişimi hakkında bilgi edinilmeye başlandı. Margaret Mahler, bebeğin ilk zamanlarda otistik olduğunu, zamanla gelişerek anne ile simbiyotik bir ilişki kurduğunu ve anne ile birey olmanın psikolojik ayrımını bilemediğini ve sonrasında da ayrılma – bireyselleşme dönemine girdiğini ve Ödipus Kompleksine kadar ilerlediğini yani ikili olan ilişkilerin üçlü ilişkiye dönüştüğünü belirtmiştir. Altı yaştan ergenliğe kadar olan dönemde de Latent Dönem’e geçildiğini ve ergenlik ile bireyselliğin daha da geliştiğini söylemiştir.
Ergenlik dönemi, Peter Blos tarafından incelendiğinde çocuğun iç dünyası içerisinde geriye kadar gidip tekrar bakarak kendi anne babasını ile olan ilişkisinin yeniden değerlendirip daha da geliştirilip zenginleştirildiğinden bahsetmiştir. Yani anne babasına bakmasının yanında yeni aşklara, Marlin Monroe’ya, aktörlere, futbolculara, liderlere bakarak yeni bir bireyselleşme süreci geliştirir.
Değişen ikinci konu ise son 20 – 30 yıllık dönemde yapılan beyindeki fiziksel çalışmalar sonucunda psikanaliz ile beyin gelişimi arasındaki bağlantıların ortaya çıkmaya başlamasıdır.
Üçüncüsü de tüm alanlarda derinlemesine araştırmalar yapılmasıdır. Bunlar içerisinde Rene Spitz tarafından bebeklerle yapılan çalışmada ilk zamanlarda yüzlere karşı vermiş oldukları gülme tepkisinin altıncı – dokuzuncu aydan itibaren tanıdık olmayan yüzlere baktığı zaman ağlama ile değiştiğini yani bebeğin tanıdık olanla olmayanı ayırt etme becerisinin geliştiğini saptamıştır. Yani çocukların zamanla yabancıları ayırt etmeye başladığı ve onlardan korktukları (Stranger Anxiety) görüldü. Bu deneyin 1960’lı yıllarda yapılmasının ardından son yıllarda yapılan çalışmalar sonucunda çocuğun daha doğmadan bize ait olanla olmayanı sezdiği tespit edilmiştir. Yani, çocuk doğmadan birilerine ait olma potansiyeli ile doğuyor ve anne ile bilinç dışındaki birleşme doğum sonrasında da devam ediyor.
Johannes Lehtonen, yapmış olduğu bir çalışmada bebek dolu bir odanın yanındaki odaya anneleri yerleştirmiş ve duydukları bebek ağlama seslerinden kendi bebeklerini ayırt etmelerini istemiştir. Bebek ağlamalarının yoğunluğundan annelerin kendi bebeklerini ayırt edemediklerini ancak kendi bebeklerinin ağlama sesini duyduklarında beyin dalgalarının değiştiğini yani aslında annelerin beyinlerinin kendi bebeklerini tanıdığını saptamıştır.
Son yıllarda dış dünyada olan olayların da iç dünyamıza etkileri psikanalizde incelenmeye başlamıştır. Dolayısı ile dış dünyanın giderek önemli olmasıyla iç ile dış dünya arasındaki ilişkiye bakmaya başlamış durumdayız. Yani bireyler değerlendirilirken annenin hastalığı, alkol kullanımı veya evde yokluğu gibi durumlardan daha fazla dış olaylar, sosyal, kültürel, politik olaylar giderek daha da önemli olmaya başladı. Örneğin, benim Amerika’da ilk çalışmaya başladığım hastane Cherry Hospital’di. 1963 yılında gitmiş olduğum bu hastanedeki tüm hastalar siyahtı. Çalışan doktorlar ise dışarıdan gelmiş ve Sovyetler gibi ülkelerden kaçmış ve travmalarla dolu doktorlardı. Yani hastane kültüründe ayrımcılık bulunuyordu.
Orada iken görmüş olduğum otuzlu yaşlarında bir vakada sadece gökyüzünde tam ay olduğu günlerde ellerinde titreme oluyordu. O dönemde de siyahi olduğu için kolaylıkla Şizofreni tanısı koyuluyordu ve tedavisi için de bize yönlendirilmişti. Bu siyahi adamın alnında küçük bir beyaz nokta ve bacağında da daha siyah bir nokta vardı. Bu nedenle çocukken “Beyaz Nokta” lakabı takılmış. Evlendikten sonra siyah noktayı sadece karısı görmüş. Karısı ile boşandıktan sonra bu şikayetleri başlamış. O dönemlerde genç bir psikiyatrist idim ve psikanaliz bilgim kısıtlıydı. Ancak onda beyaz noktadan dolayı babasının beyaz bir adam olduğu fantezisini ve siyah noktanın da kendi siyahiliğini temsil ettiğini saptadım. Yani toplumdaki derin bölünmenin onda da olduğunu fark ettim. Çocukken kendisine ayda beyaz bir adamın yaşadığını ve onun yaktığı ateş sonucunda da geceleri ışıklı göründüğünü söylediklerini belirtti. Karısı ile boşanınca sürekli olarak aya ve ay resimlerine bakmaya başlamış. Yani siyahi karısı / annesi tarafından ret edilince babaya dönmek istedi ve fantezi ettiği beyaz baba aklını doldurdu. Sovyetlerin aya insan göndermesi yani aya “düşman” erkeklerin gelmesi ile aydaki beyaz erkeğin de kendisini aşağılayan ve yanında kalmayan baba olduğunu fark etti. Bu fantezisini görüşmeler sırasında fark etmeye başladı ve siyah noktasını sonunda bana gösterdi. Zamanla noktaların anlamını anladıkça tam ay görüntüsüne bakarak günümüzü yeniden değerlendirebildi ve eski sallanmaları azaldı.
Bahsetmiş olduğumuz tüm bu kavramlar yani Bizlik kavramı, Ayrılma Kaygısı, Odipus Kompleksi gibi aşamalar sırasında dış dünyanın yaratmış olduğu fanteziler de birey olma yolculuğunda etkili olmaktadır. Dolayısı ile bireyleri değerlendirirken fantezilerle birlikte değerlendirmemiz gerekmektedir. Dış dünya ile iç dünya arasında meydana gelen travmalar da bireyleşmeye etki ediyor. Örneğin Amerika’da yazmış olduğum bir kitapta siyah anne tarafından bakılan bir çocuğun siyahi bakıcısı ile beyaz annesini birleştirememesinden bahsetmiştim. Bu kişi örneğin bir yemeğe gittiğinde siyah çorap giyen bir beyaz kadın gördüğünde, çocukluğunda kaybettiği siyah kadını (bilinç dışından) düşünmesi ve onu elde edinceye kadar da ona hediyeler almasını ve sonunda onunla birlikte olduktan sonra da onunla ilişkisini kesmesini anlatıyordu.
Tüm bunların yanında toplulukların da kendilerine has özellikleri birey olma yolculuğunu etkilemektedir. Örneğin, Türkiye ve Arap halklarında ise geniş aileler ve birden fazla anneler (annelik yapanlar) var. Bunlar arasında bir sorun yoksa herhangi bir sorun olmuyor ancak sorun olursa çocukta anne imajını ve buna karşı kendi kimliğini bütünleştirme zorluğu ortaya çıkabiliyor.
Çocuklar büyüdükçe anne ile kendisini psikolojik olarak ayırırlar yani bireyleşirler. Ancak bunu yaparken integration ile yani bütünleşme ile yaparlar. Neden? Çünkü entegrasyon fonksiyonu başlamadan önce annelik yapan kişinin imgesini birleştiremez. Yani anne iyiyken İyi Anne, anne yetemediğinde de Kötü Anne oluyor. Bebek anneyi birleştirirken aslında kendisinin de iyi ve kötü yanlarını birleştiriyor. Örneğin sevdiğimiz kişinin iyi ve kötü yanları olduğunu biliriz ancak çocuk annesini İyi Anne veya Kötü Anne olarak ayrı ayrı algılar ve zamanla onu aynı kişide birleştirir. Şimdi biliyoruz ki Borderline veya Narsisistik kişilik olan bireylerde bu birleştirme tamamlanmamıştır. Bu nedenle bu insanlar dünyayı ya iyi ya da kötü olarak ayırırlar. İyi ve kötüyü birleştirme seviyesine gelemiyorlar. Narsisistik özellikteki insanlar da bunu ya en iyi ya da en kötü olarak yaparlar.
Özetle Freud’dan başlamak üzere bir merdivenden çıkarak bireyselleşiyoruz. Ancak zamanla merdivenin altı olduğunu, merdivenin koşullarına da yani dış dünyaya bakmamız gerektiği de ve ayrıca basamakları doğru görüp görmediğimizi yani (çoğu bilinç dışı olan) fantezilerimize odaklanıp odaklanmadığımıza dikkat etmemiz gerektiği ortaya çıkıyor. Psikanaliz ile tüm bunlar ortaya çıkarak iyileşiyor ve basamaklarda yukarı çıkabiliyoruz.
Biyolojik, psikolojik ve dış dünyanın gerçeklikleri ile basamaklardan çıkarken etkili olan fanteziler vardır. Bunların tümü nasıl bir birey olacağınızı etkilemektedir. Bazen patolojiye bazen da yaratıcılığa neden olurlar. Örneğin 1,5 yaşında bir mevlite gitmeye hazırlanırken bebek arabası içerisinde büyük annem gül suyunu unutmuş. İçeriye gidip geldikten sonra beni bulamamışlar. Kaybetmişler. Etrafa bakmışlar, bulamamışlar. Sonunda, akşama doğru, beni “deli” bir Rum kadının çaldığını fark etmişler. Ben büyürken bu hadise aile içerisinde heyecanla ve korku içerisinde titreyerek söylenirdi. Bunun beni korkuttuğunu düşündüğüm için “Bir Rumun beni beğendiği” fantezisini edinerek, belki de günümüzde, savaşan etnik gruplar konusunda çalışmamda etkili olduğunu düşünmekteyim. Özdeşimin yanında depolama da oluyor. Yani ailede büyükler kendi içlerinde olan bazı imajları ve bu imajlarla ilgili görevleri – bilmeden çocuklarının büyümekte olan iç dünyasına yerleştirir — yine çoğu bilinç dışı olarak. Örnek: sevdiği bir çocuğunu kaybeden bir anne düşünelim. Çocuğu öldükten sonra yas tutmada zorluk çekilen anne, yeni çocuğu olduğunda kendi içindeki ilk çocuğu le ilgili olan imajını yeni çocuğun içine psikolojik olarak depolayabilir. Bunların bir kısmı bireyselleşmeyi zorlaştırırken bazılar zenginleştirir.