Eğitim Uzmanı, Tarihçi
Yrd. Doç. Dr. Cansu Soyer
Çocuk; gelişen insan yavrusu, olgunlaşmamış reşit sayılmayan bir yurttaştır. Çocuk insanlara doğa tarafından bir armağandır. İnsanlığın çocuğa ve çocukluğa olan ilgisi çok daha eski zamanlara dayanmaktadır.
Çocuk, yüzyıllar boyunca bütün bilim dallarının en önemli objelerinden biri olarak her daim karşımıza çıkmıştır ki, çocukluğun kişilerin hayatında yer alan sonraki dönemlerden öznellik, kapasite ya da ileriki yaşlarındaki algılarını açıklama amacında olduğu görülmektedir. Bu nedenle de, çocukluğun tanımlanması, süresi, çocukların/çocukluğun özellikleri veya nasıl olması gerektiği, çocuklardan beklenen görevlerin ya da davranışların ne olduğu ve tüm bu unsurları birer yetişkin olarak nasıl tecrübe ettiğimiz bir çok çalışma alanının odağında yer almıştır.
Peki, hem bireysel hem de toplumsal açıdan çok önemli olan cocuğun ve çocukluğun en genel tanımlamalarına baktığımızda hangi noktalara vurgu yapılmaktadır.
Çocuğa verilen anlamın pek farklılık göstermediği görülse de, çocukluğun tarihsel süreçte farklı kültür yapıları içerisinde ve toplumlarda değişik anlamlar ifade ettiği görülebilir bir unsurdur.
En genel ve evrensel nitelikte bulunan tanımlamalara baktığımızda çocuk; küçük yaştaki kız veya erkek (soy bakımından); bebeklik ile ergenlik arasındaki gelişme döneminde bulunan oğlan veya kız, uşak olarak tanımlanırken, çocukluk ise; çocuk olma durumu; insan hayatının bebeklikle ergenlik arasındaki dönemi olarak nitelendirilir.
Yukarıda yer alan tanımlamaların ardından şimdi de bireysel ve toplumsal açıdan önemli görülen çocuk ile çocukluğun geçmişine ışık tutalım. İnsanlığın varoluşundan itibaren bir çok şeyin varlığı gibi, çocuk da canlı yaşantısı içerisinde her zaman var olmuş ve önemli bir yer teşkil etmiştir. Fakat, çocuk ile ilgili ilk kaynaklar Batı’da Philippe Aries’in çalışmaları ile 1960 yılında karşımıza çıkmaktadır. Fransa’da başlayan bu hareketliliğin daha sonra Amerika ve ardından İngiltere gibi ülkelerde yapılan çalışmalar ile hız kazandığı görülmektedir.
Çocukluğun tarihi üzerine çalışan bilim insanlarının sadece tarih biliminden ileri gelen tek bir yöntembilim değil, dilbilim, antropoliji, aile tarihi, eğitim tarihi, tıp, din, hukuk hatta psikoloji alanında konunun ele alınarak çeşitlendirildiğini görürüz. Bununla birlikte, antik çağdan günümüze kadar olan süreçte, toplumların içerisinde bulunduğu zaman diliminin özelliklerini çocuk ve çocukluğa yansıttığı özellikle görülmektedir.
Eski dönemlerde Tarih’in bize çocuk ile çocukluğun geçmişi hakkında ve eski zamanlarda nasıl yaşandığı ile ilgili neler sunduğuna bakalım.
Aries’in yaptığı çalışmalar ile birlikte 1600’lü yıllara değin ayrı bir çocukluk kavramının olmadığını savunduğunu görürüz.
Ortaçağ’da çocuk ve çocukluğa karşı tamamen farklı bir tutumun yer aldığını söyler. Bu dönemde çocukların temel ihtiyaçları karşılanmakla birlikte bugün olduğu gibi özel bir ilgi ve önem gösterilmediğini vurgular. Bunun nedeni olarak ise, çocukluk duygusunun bu dönemde eksik olması gösterilmektedir. Ayrıca, yetişkinlerin çocuk yetiştirme sürecinde çocuğu yetişkin kişilerden ayıran özelliklerin ne olduğu da bilinmemekteydi.
Çocukların bu dönem boyunca kendine has giysileri, besinleri hatta oyunları ve oyuncakları, çocuklara karşı kullanılacak özel kelimeleri bile yoktu. Bu dönemde bebeklik ise yedi yaşına kadar sürer, bu dönem sonunda çocuk yetişkinlerin dünyasına adım atardı.
Kısacası ortaçağda çocuk, yetişkinlerin minyatürleri olarak görülmekteydi.
Tarihin bize sunduğu kaynaklar doğrultusunda Antik çağda çocuğa yaklaşımların toplum ve devlet ilişkisi etrafında şekillendiğini görmekteyiz. Şimdi olduğu gibi bu dönemler içerisinde de çocukların iyi birer yurttaş, devletler arası uzlaşmalarda güvence, aile ilişkileri içerisinde amaca hizmet eden birer düşünce unsuru olmuştur.
Aries’in de bize sunmuş olduğu Ortaçağ içerisindeki dini ve ritüellere dayanan çocuk algısı Antik çağdan farklılaşmıştır.
Daha geniş açıdan baktığımızda Antik çağ’ın yetişkinlere ait bir dünya olduğunu görürüz. Bu dönemde çocuklar çeşitli kaynakların da bize sunduğu üzere ‘yaşlı gibi düşünen’ insanlar olarak görülür, hatta dini boyutta kilisenin de etkisiyle babalarının davranışlarındaki ‘ilk günah’ın izlerini taşıdığı savunulurdu. Buna göre aileler ve özellikle babalar çocuklar üzerinde öyle mutlak otorite ve katı bir ciddiyete sahipti ki, çocukların içindeki kötülüğün ortadan kaldırılmasında dayağın ve şiddetin yöntemi olarak değnek kullanılırdı.
Roma eğitim perspektifinde Cermen geleneğine katılan babaların çocuklarını öldürme hakları dahi bulunurdu.
Çocuklara karşı acımasız ve katı tutumu olan bu yapı içerisinde doğan her yeni çocuk ise aileye bir külfet ve yüktü. Yine de Antik Roma içerisinde aile son derece önemliydi.
Çocuklara aktarılacak gelenek ve görenekler, örf ve adetler son derece önemli görülüyordu. Buna örnek olarak 12 Levha Kanunu ise Roma dünyasında çocuklara öğretilmesi ve benimsetilmesi önemliydi. Ayrıca çocuk sahibi olmak, genişleme ve güçlenmenin sembolüydü. En az üç çocuk sahibi olan aile, toplum ve devlet içerisinde avantajlı sayılıyordu.
Yazının başlangıcının dayandığı Sümerlerde çocuk değerliydi. Bu sebeple Gılgamış Enkidu gibi bir çok öykü içerisinde insanın ne kadar çocuğu olursa ölümden sonraki yaşantıda da o kadar güvence altında olacağına inanılır, çocuklar da bu amaçla önemli bir yatırım aracı olarak görülürdü. Çünkü çocuk, soyun devamlılığı, bolluk ve bereket demekti.
Geçmişi Babillere dayanan diğer bir bakış açısı ise, çocukların politik ve ekonomik açıdan bir güvence aracı olduğudur. Çocukların bir antlaşma için tutsak verilebilmesi olağan uygulamalardan sayılmaktadır.
Mısır’da ise devletler arasındaki çekişmelerde çocuğun şantaj malzemesi olduğunu görebiliriz. Burada tek olumlu sayabileceğimiz yön ise, devletler arası kurulabilecek dostluk ilişkilerinde de çocuğun zemin oluşturabileceği ve teşvik niteliği taşıyabilecek bir unsur olmasıdır. Kısacası çocuk bu dönemde canlı olmasından çok sağladığı faydalarla ön planda olan bir canlıdır.
Ortaçağ dünyasına geri döndüğümüzde ise, bu dönemin karanlık ve kasvetli ortamının hakim olduğu düşünceler bütünü ile çocuğa olan davranış ve düşüncelerin de aynı yönde şekillendiğini görürüz. Çocuk bu dönemde kötü davranılan mal ve kölelik anlayışında adeta bir mülk değeri taşır.
Kısacası çocuk üremeye ve soy devamlılığına bir katkı olmasına karşın ekonomik anlamda yalnızca bir yüktü. Bu nedenle, 1800’lü yıllara kadar çocukların öldürülmesini kapsayan cinayetlerin de ne yazık kı sayısı fazla idi. Bu örnekler, çocukların o dönemde son derece talihsiz olduğunu göstermektedir.
Kilise ve buradaki önemli insanların savunduğu düşüncelerin de desteklediği gibi çocukların doğduklarındaki mental ve fiziksel yetersizliklerin daha önce de söz ettiğimiz üzere ‘İlk günaha bağlı olduğunu, eğer bu günah işlenmemiş olsa çocukların bu yetiler ile doğacağını savundukları görülmektedir.
Dönemin çocuk algısı çocuğu bu bağlamda günahkarlaştırmış ve hor görmüştür.
Bir çocuk ancak vaftiz edilerek günahkarlıktan kurtarılabilirdi. Çünkü çocuklar kendilerini koruyamazlardı ve kötü huylu doğdukları ön görüldüğü için de cezalandırılmaları gerekirdi.
Calvin ise çocukların ilk günahla doğduklarına fakat öğrenme yetisi sayesinde ailelerin çocuklarını eğitebileceğine inanmaktaydı.
Ortaçağda çocukluk fikrinin olmadığını ilk olarak savunan Aries, bu özelliği ile diğer düşünürlerden ayrılır. Bu nedenle eğitimin yaygınlaşması ile ortaya çıkan çocukluk fikri insanlık tarihi için modern bir keşif olarak değerlendirilir.
Ortaçağ’da çocukların yetişkin bireylerin yaşantılarına dahil olduklarının bir çok kanıtı bulunmaktadır. Hatta öyle ki dönemin Batı eserlerine baktığımızda gerçek bir çocuk imgesini göremeyiz. Bununla birlikte çocuğu andıran meleklerin ve çocukların bile yetişkin imajı olduğu görülebilmektedir. Bu dönem aile yapısında göze çarpan en önemli fark ise mahremiyetten yoksunluk olduğudur. Bu ise, bebeklerin ve çocukların kötü muamale veya amaçlar içerisinde kolayca yer aldığını gözler önüne sermektedir ki, çocuklar kötü madde kullanabiliyor ve maalesef kabul edilemeyecek yetişkin aktiviteleri içerisinde yer alabiliyorlardı.
Evlendirilme, çalıştırılma, iktidara getirilme hatta yargı sonucu asılımalar meydana geliyordu.
16. Yüzyılın önemli icatı olan matbaanın insanoğlunun yaşamına girişi yeni bir yetişkinlik tanımlaması ve çocukluk anlayışının öncüsü olmuştur. Bunu savunan Postman dönemin çocukluk anlayışında ‘ayıp’ kavramına yaptığı vurgu ile bu kavramın çocuklardaki noksanlığı üzerinde durmuştur. Bu kavram sadece cinsel anlamda değil görgü kurallarını gerektiren açıkça yapılması doğru görülmeyen davranışlarda (tükürmek, gaz çıkarmak gibi) toplum içerisinde duyulan utanma ve sıkılma duygularını kapsamasıydı.
Aristokrat ailelerde annenin çocuğuna bakması uygun görülmezdi. Çocuklar bu süreçte anne ve baba ilgisinden yoksun olarak büyürdü.
Çocuk sevgi nesnesi olarak görülmediğinden şiddete kolayca mazur kalabilirdi, çünkü şiddet terbiye için bir araçtı. Tüm bunlar ise dönemin çocuk algısındaki sıradan olaylar silsilesiydi. Bu dönemde aile ve çocuğun arasındaki duygusal bağın kurulamaması ve erken yaşta yaşanan çocuk ölümleri ile yedi yıl süren bebeklik sürecinden sonra yetişkin dünyasına transfer olması tüm bunların sebebidir. Kısacası,
Klasik çağlarda var olan çocukluk gerçeği unutulmuş ve sonraki yıllar içerisinde keşfedilmeyi bekliyordu.
Devamı önümüzdeki sayıda…