Doç. Dr. Mesut Bulakçı
Bir zamanlar geniş düzlüklerin üzerine kurulmuş huzurlu insanların ve mutlu hayvanların yaşadığı güzel bir köy varmış. Bu köyde yaşayan insanlar köyü çevreleyen verimli topraklarda çeşit çeşit tahıllar, sebze ve meyveler yetiştirir, hayvanlarını otlatırmış. Köyün hemen biraz ilerisindeki dağın yamacından aşağıya doğru süzülen ve köyün içinden geçen küçük bir de dere varmış. Köyde yaşayan tüm canlılar su ihtiyacını bu dereden karşılarmış.
Daracık ama tertemiz ve bakımlı sokakların etrafına muntazaman dizilmiş hepsi de birbirine benzer görünümde şirin mi şirin evlerden oluşan bir köymüş. Her evin önünde minik bir avlu ve bu avluyu dolduran çeşit çeşit ağaçlar bulunurmuş. Evlerin duvarlarını bezeyen rengarenk çiçekler de ayrı bir güzellik katıyormuş. Ama bu şirin köyü meşhur yapan esas özelliği kedileriymiş. Uzun tüylü ya da kısa tüylü, şişman ya da zayıf, tek renkli ya da çok renkli, yaşlı ya da genç çok sayıda kedi yaşarmış bu köyde. Tarlada kendine bir av ararken, sokaklarda köyün çocukları ile neşeli neşeli oynarken, evlerin çatılarından etrafı seyrederken, ağaç dallarının üzerinde miskin miskin pineklerken, bir duvardan öbür duvara atlarken, köy meydanında sohbet eden yaşlıları sessizce dinlerken, yer sofralarının bir köşesinde kendine düşen payı beklerken, her evde bulunan sobanın hemen yanı başına umursuzca kıvrılmış uyurken görebilirdiniz onları. Bu köyün tüm kedileri çok sevimli ve bakımlıymış. Sayıları iyice artınca oburlukları ve yaptıkları yaramazlıklarla köylüleri zaman zaman bezdirseler de köyde yaşayan tüm insanlar kedileri çok sever onlara evlerinin bir ferdi gibi davranırmış. Uzun yıllar boyunca insanlar ve kediler bu köyde mutlu mutlu yaşamışlar. Ta ki o uğursuz ve bereketsiz felaket yılı gelinceye kadar…
O yıl ve ondan sonra ard arda gelen birkaç yılda çok sert bir kuraklık baş göstermiş. Gökten tek damla yaş düşmüyormuş aylarca. Güneş yemyeşil düzlükleri kasıp kavurup adeta çöle çeviriyor, çiftçilerin binbir emekle ektiği tüm ekinler kuruyup rüzgarla bir o yana bir bu yana savruluyormuş. Köyün içinden geçen dere de kuraklıktan nasibini almış. Köylüler insana huzur vererek akan su şırıltısını ve içince ferahlık veren buz gibi suyunu özler olmuşlar. İlkbaharda derenin etrafında su birikintilerindeki sazlıklarda üreyen kurbağaların çıkardığı rahatsız edici vıraklamalar ve bütün bir yaz boyunca kanlarını emen sivrisineklerin verdiği rahatsızlığı bile arar hale gelmişler.
İlk zamanlar köyün birkaç yerine açılan su kuyuları ile idare etmekte bulmuşlar çareyi. Ayrıca zor zamanlar için dağdaki mağaralara sakladıkları yiyecekleri kullanmışlar bir süre. Ama bu kadar uzun ve sert geçen kuraklığa ne kuyular dayanırmış ne de yiyecek depoları. Komşu köylerde de maalesef benzer durum yaşanıyormuş. Köy o eski bolluk ve bereket dolu zamanlarını mumla arar hale gelmiş. Köylüler hayvanlarını besleyemez olmuş. Tavuklar yumurtlamaz, inekler süt vermez olmuş. Tüm çiftlik hayvanları bir deri bir kemik kalmışlar. Su olmadığı için temizlik de yapılamıyormuş. Sokakları pislik ve çöp birikintileri sarmış ve genizleri yakan ağır bir koku sinmiş tüm köye. Bazı köylüler o çok sevdikleri köyden ayrılmakta bulmuşlar çareyi. Ama çoğunluk kuraklığın elbet bir gün biteceği umuduyla kalmaya devam etmiş.
Gel zaman git zaman kuraklık bir türlü geçmek bilmemiş. Köyde iyiden iyiye açlık baş göstermiş. Halktan yaşça daha genç olan bir grup, köyün bilge dedesine gitmeye karar vermiş. Kısa bir hal hatır sorma faslından sonra “Bilge Dede! Bilge Dede! Ne olur bir yol göster bize! Görüyorsun ki halimiz perişan, çoluk çocuk açlık içindeyiz. Ne bir şey ekip biçebiliyoruz ne de hayvanlarımızı besleyebiliyoruz” diye lafa girmişler hemen. Ak sakallı Bilge Dede yüzündeki gülümsemeyi hiç bozmadan şöyle cevap vermiş: “Durumun farkındayım elbet. Lakin bize düşen sabr etmek ve bir süre daha beklemektir. Zor zamanlarda çaresizlik insanlara yanlış kararlar aldırtabilir. Evlatlarım! Siz haksızlık yapanlardan olmayın.” Köylüler istedikleri cevabı alamadıkları için üzgün ve biraz da kızgın bir şekilde ayrılmışlar Dede’nin yanından. Daha sonra köyün ileri gelen zenginlerinden olan bir tüccara gitmeyi düşünmüşler. Ve doğruca onun çiftlik evine doğru yola koyulmuşlar.
Evinin geniş avlusunda envai çeşit leziz yemeklerden yerken karşısında bir grup köylüyü gören tüccarın yediği lokma boğazına takılmış ve öksürmeye başlamış. “Bu yaz sıcağında sizi buralara kadar getiren nedir” diye telaşlı ve hoşnutsuz bir şekilde sormuş hemen. Köylülerden biri hemen söz almış ve “Şeyyy. Efendim köylünün durumunu biliyorsunuz.” demiş. Köylünün lafını bitirmesini beklemeden “benim kaybedecek şeylerim sizinkinden daha fazla. Benden yardım beklemeyin” diyerek köylüleri terslemiş. “Efendim aslında sizden sadece fikir almak istemiştik” diye eklemiş başka biri. “Hımm. İşinize yaramayan ve size yük olan her şeyden kurtulun” demiş tüccar bu kez daha yumuşak bir ses tonuyla. “Şu tüm gün boyunca yiyip içip pinekleyen işe yaramaz obur kedilerden başlayabilirsiniz mesela. Ha bir de artık işinize yaramayan eşekler var tabi.” Bir süre tüccarın yemek şapırdatmaları dışında başka bir şeyin duyulmadığı bir sessizlik kaplamış ortalığı. Söyleyecek bir şey bulamayan köylüler oradan da ayrılmış usulca.
İlerleyen günlerde bazı köylüler karşı çıksa da çoğunluk tüccarın dediği gibi önce ahırlarda bekleyen iyice zayıflamış eşekleri köyden uzakta bir yerlere götürüp bırakmışlar. Köydeki tüm kedileri teker teker yakalayıp, çuvallara doldurmuş ve sonra da çok uzaktaki ormanlık bir alana salmışlar.
Aradan günler haftalar geçmiş ama bu yapılanlar durumlarını pek de iyileştirmemiş. Aksine yeni problemler baş göstermeye başlamış bu kez. Kediler gittikten bir süre sonra köyü fareler basmış ilkin. Kalan son yiyecekleri hatta bir sonraki yıl için ayrılmış tohumları bile yiyormuş fareler. Farelerin bazısı çok iriymiş ve insanlar ısırılıp hasta olmaktan korkar olmuşlar. Ayrıca tüm köyü bit ve pire basmış. İnsanlar sürekli kaşınmaktan ve uyuyamamaktan yorgun düşüyorlarmış. Köyde sayıları günden güne artan fareler ve kedilerin olmayışı yılan gibi başka yırtıcı hayvanları da çekmeye başlamış. Anlayacağınız sorunlar iyice işin içinden çıkılmaz bir hal almış.
Derken günlerden bir gün hava kararmış ve gökyüzünü koca koca bulutlar sarmış. Uzun süredir beklenen yağmurlar nihayet yağmaya başlamış ama bu duruma pek de sevinememişler. Tarlada çalıştıracak eşek kalmadığı için onların yaptığı işlere kendileri koşar olmuşlar. Üstelik ne kadar ekerlerse eksinler fareler ya hepsini silip süpürüyor, ya da yenilemeyecek hale getirip zarar veriyormuş yiyeceklere. Köylüler yaptıkları bu eşekliğin! farkına varmışlar varmasına amma iş işten çoktan geçmiş. Ve en sonunda her şeyi bu doymak bilmez farelere bırakıp köyü terk etmek zorunda kalmışlar…