Yoga ve Mandala Eğitmeni
Ferdiye Yurdakul
“Beyaz Baston” tamlaması benim için sadece, öylesine bir beyaz baston değil. Şöyle ki: Üniversite yıllarımın ikinci senesi. Bir akşam, Kıbrıslı arkadaşım ve beni yurt müdiremiz makamına çağırdı.
Korkmadık dersem, yalan olur. Korktuk, heyecanlandık, akşamın o saatinde kulaklarımız neler duyacaktı acaba? Odadan içeriye girerken nefeslerimizi tutmuştuk. Beynimiz, başımıza gelecekleri hesaplamaya koyulmuştu. Ve… Müdiremiz bize: “ Kızlar, siz ikinize çok güvendiğimi biliyorsunuz. Bunun içindir ki şu an buradasınız. Bugün itibariyle yurdumuza görme engelli bir arkadaşımız geldi. Sizin okulunuz olan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Psikoloji bölümüne kaydı yapıldı. Benim sizden ricam, onu alışana kadar okula götürüp getirmek olacak. Bu ricamı lütfen kabul edin.” Müdiremizi çok seviyorduk. Fakat, bu işi nasıl yapacaktık? Bu konuda hiçbir bilgimiz yoktu. Hatta, daha önce görme engelli bir kimseyi çok yakın objektifimizden görmemiştik.
Yasemin, Beyaz Baston ve Biz
Ertesi günün sabahı kantinde bizi biri bekliyordu. Kısa, koyu kestane saçlı, orta boylu, hafif etine doluca bir kız. Tanışma sırasında üçümüz de çok heyecanlaydık. Şu an bile o heyecanı, iç titreyişini duyumsuyorum ki yaklaşık yirmi dokuz sene öncesinden bahsediyorum.
Adı, Yasemin’di. On üç yaşında araba çarpması sonucunda görme yetisini kaybetmişti. Sırf böyle olduğu için çok üzülüyordu. Görmek ve görememek… Biz, onun için birer kurtarıcıydık. Ona yardım etmenin ötesinde hisler uyandırmıştı bizde. Arın arkadaşım, benden daha güçlüydü. Ben, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Yasemin, farklıydı, hırslıydı, benim istediğim bölümü, Psikolojiyi, okumaya niyetliydi.
Ona derinden derine gıpta ediyordum. Belki yolda yürümeye korkuyordu; fakat gönlü, çoktan yol almıştı bile. Birine gerçekten yardım etmenin sevincini yaşıyorduk ikimiz de. Karşılıksız yardımın, paylaşımın yüceliğini yaşıyorduk, çok sevgili, değerli Arın arkadaşımla. Onunla Sıhhiye’de bulunan Abdi İpekçi Parkı’ndan geçerken üçümüz birlikte beyaz, kırmızı şeritleri olan bastonu kullanmayı öğrenmiştik. Karşıdan karşıya geçerken seyreden arabaların bizleri görünce durduklarını görmek, koca Ankara’da insanlığın yaşadığını anlıyorduk.
Yasemin’le Görme Engelliler Derneği’ne gidip orada kabartmalı, krem renginde kalın, el yapımı defterlerden okumayı öğrenmeye can atan görme engelli arkadaşlarımızla buluşmak, bizi farklı bir dünyanın içine alıyordu. Her koşuldaki insanı anlamayı bir kez daha öğreniyorduk.
Engelli Olmak
Engellilik alanında toplumsal farkındalık oluşturmak amacıyla 7-14 Ocak tarihleri arası ‘Beyaz Baston Görme Engelliler Haftası’ olarak anılmaktadır. Beyaz Baston kavramı, 1921 yılında Londra’da trafik kazası sonucu görme yetisini kaybeden bir fotoğraf sanatçısı, dış dünyanın kendisini fark etmesi ve dikkat çekmesi için bastonunu beyaza boyayarak dolaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Zamanla bu kavram yayılmaya ve tüm dünya genelinde resmi ve sivil çeşitli kuruluşlar, yaptıkları etkinliklerle göz sağlığının önemini vurgulamakta, görme engelli kişilerin bu durumdan kaynaklanan sorunlarına ilişkin çözüm yollarının bulunması ve farkındalık oluşturulmasını amaçlamaktadırlar.
DOĞAYI İZLE VE YAŞAMINI ANLA
Yaşamınızın herhangi bir anında doğayı izlediğiniz ve kendinizi doğanın bir parçası gibi hissettiğiniz oldu mu hiç? Peki ya, yaşamınızın doğayı anlamakla eşdeğer olduğunu düşündüğünüz oldu mu?
Kanada ve Amerikan ortak yapımı Anne With An “E” dizisindeki sıska, ölü beyaz tenli, soğan kabuğu rengine çalan saçları, suratındaki çilleri ve akıl almayan zekiliğiyle başrol oynayan kız çocuğunun hangi bölüm, hangi sezonda söylediğini şimdi hatırlayamadığım: “Doğayı izle ve yaşamı anla!” sözüyle oturduğum yerden birden irkildiğimi hatırlıyorum. Dizide her an konuşan, konuştukça çevresindekilere bile rahatsızlık verebilen ortaokul çağındaki bu genç kız, çok da doğru söylemiş gibi duruyor.
Neden mi? Bu sorunun cevabını bulabilmek için şimdi yaşananları düşünmek yeterli olacaktır. Çünkü, bu çağda, doğadan oldukça uzağız. Yıllardır şehir yaşamı, köy yaşamını küçük görmekte. Küçük gördükçe de ondan uzaklaşmakta; evinin yolunu hatırlayamama durumunu yaşamakta. Öyle bir hal yaşanıyor ki yumurtanın, sütün, peynirin, domatesin, ekmeğin bile tadı unutulmuş. Yeni çağın çocukları, zor problemlerin üstesinden kolayca gelebilmekte; fakat ekmeğin nasıl yapıldığını bilememektedir. Doğadan ayrılmak, evimizi terk etmemiz anlamına gelmekte. Özellikle de şimdi, evimize dönmeliyiz. Evimizde olmamız gerekiyor. Bu dönemde dışarıyı değil; de içeriyi görmemiz, orada kalıp yaşamamız gerekiyor. Dışarıyı bırakıp da içeriye yönelmek, bizleri daha bilinçli varlıklar haline getirecek. Doğaya ve doğanın içindeki tüm canlılara karşı daha duyarlı olmayı hatırlayıp önce kendimize; sonra da diğer tüm varlıklara barışı, sükuneti, sevgiyi, merhameti hatırlatacak.
Duyularımızı Harekete Geçirmek
İtalyan yapımı “Gökyüzü Kadar Kırmızı” filmi genç yaşında geçirmiş olduğu bir ev kazası sonucunda görme yetisinin büyük bir kısmını yitiren sinemaya düşkün Toskanalı Mirco’nun kazadan sonra götürüldüğü Görme Engelliler Okulu’nda önceden bildiği ses, koku, tat, şekil ve hisleri öğretmek için uğraşılarını anlatmakta. Bunları, yaşamı boyunca bilme şansına erişemeyen arkadaşlarıyla buluşturmaya çalışması, göstermiş olduğu cesareti, bir ailenin sonradan görme yetisini kaybeden tek oğullarının onlara kazandırmış olduğu gururu anlatan bir eser. Aslında, ister film olsun; ister kitap ya da başka başka yapıtlar, tüm bunlar bize yaşamımızda doğanın içinde kendimizi dinlememiz gerektiğini söylemekte.
Bedenlerimiz, yalan söylemeyi bilmiyorlar. Bedenimizi dinlemeyi öğrendiğimiz vakit, tüm duyu organlarımızın çalıştığına şahit olacağız. Bu durum, her zaman böyleydi. Fakat bizler, hızlı yaşamla birlikte devam eden bu doğal akış içerisindeki sistemi fark edemiyoruz ya da fark ettiğimiz zamanlarda da bazı şeylere geç kaldığımızı anlıyoruz. Koklamayı, tatmayı, işitmeyi, görmeyi ve hissetmeyi üzerinde barındıran bu bedenler, gerçek anlamda çok ama çok değerli.
Ömrümüz Kiraz Ağacı Çiçeğininki Kadar
Kiraz ağacı çiçeği, yavaştan yavaştan olmaya başlar, çiçeğin yaprakları gün geçtikçe daha da büyür ve renklenir. O kadar yavaş seyreder ki bu yaşamında, zannedersiniz ki ömrünüz o çiçeğin büyüdüğüne, açtığına, renklendiğine, kokulandığına şahit olamayacak. Kısacası, o kadar uzun zaman isteyen bir olgunlaşma dönemi geçiriyor.
Peki, sonunda ne mi oluyor? Büyümenin gerçek anlamda sabrı anlatan, olgunlaşmanın yavaş yavaş tadına varan kiraz ağacı çiçeği, hayrete düşüren birdenbireliğiyle en yükseklerden yerlere dökülüyor. Bu çiçekler döküldükçe de çok çeşitli, özel olduğu kadar uzun da sayılan ömürlerin tükendiğini, bu dünyayı teker teker terk edişlerini anlatıyor. Doğayı ve insanı anlamaya çalışmak, biraz da sonu belli olan kendi yaşamlarımızı anlamakla aynı olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz.
“Ben’i Hatırla” kitabımdan
BAKMAKLA GÖRMEK ARASINDAKİ FARK NEDİR?
“Bakmakla görmek arasındaki fark nedir?” diye sormuşlar Mevlana’ya. “Senin baktığına herkes bakıyor; ama ya görebildiğini herkes görebiliyor mu? Aralarındaki tek fark, sensin.” diye cevap vermiş.
Üzerinde az düşünülen; fakat çok da önemli olan konulardan biridir; bakmak ve görmek arasındaki fark. Bizim baktığımız yönde göremediklerimizi bir ressamın resmetmesi, her gün baktığımız ve derinliğini göremediğimiz bir yerin, bir insanın, bir bitkinin… farklı görünüşlerini yakalayan bir fotoğrafçının onları fotoğraflaması, bir çocuğun tüm usanmışlıklarını, sevinçlerini çizgilerine aktarması, bakmakla görmek arasındaki farka açık örneklerdendir.
Bakmakla çevremizi tanıyoruz; görmekle tüm olup biteni kemiklerimize kadar yaşıyoruz ve de yaşatıyoruz. Bizler, bakmaya / görmeye yarayan gözümüzün görebildiği kadar değil; gözle kalbin iş birliğinde hissettiğimiz kadarız. Bu iş birliği var oldukça ve görebilmeyi bakmaya tercih ettikçe duygu dünyamızda daha da büyüyoruz. Demek ki göz yetmiyor sadece görebilmeye, hissedebilmeye. Kalbin de kendini göstermesi, “Ben de varım, buradayım.” demesi gerekiyor.
Bakmak ve Görmek
Görmek için öncelikle bakmak gerekiyor. Görmek, gözün işi gibi tanımlansa da insan, görebilmek için ruhun, bilincin desteğine muhtaç. Kalbin ruhu olmadıkça iki göze sahip olmuşuz, neye yarar? Çin uygarlığının en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen, Çin geleneklerini derleyip yeni kuşaklara aktaran ve de öğretmenliği bir uğraş haline getirmiş, kendine özgü eğitim yöntemlerini halka yaymayı başarmış bir düşünür olan Konfüçyüs: “ Her şey güzeldir; ama herkes göremez.” demiş. Düşünür Konfüçyüs’ün de dediği gibi görebilmek için demek ki sadece gözlerimiz yetmiyor.
“Ben’i Hatırla” kitabımdan
6 – 7 YAŞ GRUBU
YOGA PRATİĞİ
Giriş Bölümü:
Çocuğunuzu selamlayın. Onu matının üzerine bağdaş kurmaya davet edin. Nasıl olduğunu tüm samimiyetinizle sorun? Bağdaş kurun ve oturun. Başparmağınızı ve işaret parmağınızı birleştirin ve dizlerinizin üzerine koyun. Burnunuzdan derin bir nefes alın. Bu nefesi verirken gırtlağınızdan arı gibi ses çıkarın. Arı nefesini beş kez tekrarlayın. Bu nefesle birlikte matlarınızın üzerinde oldukça sakinleştiniz.
Isınma:
Isınma hareketlerini yapmak için onu yavaşça ayağa kaldırın. Biraz yanlara, öne ve geriye doğru uzama hareketleri yapın. Kaslarınızı uzatırken ısındınız da.
Dragon Gökkuşağı Oyunu:
Matlarınıza geri dönün. Bacaklarınızın arasına oturun. “Nefes al; nefes ver!” dediğinizde, diliniz dışarda ve gözleriniz iki kaş arasına baksın. Bu hareketi onar kez tekrar edin. Böylece, iyice ısınmış oldunuz.
Gelişme Bölümü:
Yoga kartlarını bir keseye koyup karıştırın. Çocuğunuzdan sizinle ikili eş olmasını ve bir kart seçmesini isteyin. ( Bu oyunu, çocuğunuzun yanında yakın çevrenizdeki çocukları da dahil ederek oynayabilirsiniz. ) Karttaki asanaya ( harekete ) yeni bir ad bulmasını ve eşine ( size ) o asanayı yeni adıyla tanıtmasını, o duruşu göstermesini isteyin. Bir taraftan da yeni adıyla tanıdığı asananın orijinal adını da anımsamasını isteyin. (Ad Bulma Oyunu ) Böylece, çocuğunuz bugüne kadar birlikte yaptığınız yoga pratiklerinizde gördüğü asanaları tanıtma ve gösterme cesaretini kendinde bulur.
Sonuç Bölümü:
Çocuğunuzdan matına uzanmasını isteyin. Beşer kez balon nefesi almasını söyleyin. Sessizlikte kaldığınızda daha da rahatladınız. Kısa bir süre sonra, çocuğunuzu şavasanadan uyandırın.
Matına uzanmasını ve ayaklarını kendisine doğru çekip ayaklarına sarılmasını isteyin. Çocuğunuza cesaretinden dolayı teşekkür edin. Sonra da o, size teşekkür etsin ve böylece seans bitmiş olsun.